“Beyhan Budak’la insanın iç dünyasına küçük bir yolculuk yaptık...”
Eğitim hayatına başlamasında insana dair her şeyin kendisine inanılmaz çekici gelmesinin etkili olduğunu söyleyen ve son yıllarda hazırladığı kişisel gelişim odaklı videolarıyla oldukça ses getiren Beyhan Budak, tam anlamıyla işine aşık bir psikolog. Kendine ait YouTube kanalında 2 milyondan fazla takipçiye ulaşan ve insanlarla en çok temas kurduğu mecranın YouTube olduğudile getiren Türk Psikologlar Derneği üyesi Budak’ın üç de kitap çalışması bulunuyor.
“Beyhan Budak’la insanın iç dünyasına küçük bir yolculuk yaptık...”
Hepimiz iş hayatı içerisinde dönem dönem oldukça yüksek stres seviyelerine maruz kalabiliyoruz. Bu stresle baş etmek için önerebileceğiniz akılda kalıcı önerileriniz nelerdir?
Stres ve kaygı maalesef her geçen gün daha da artacak. Yani şey gibi, biz Covid-19 hastalığı için pandemi diyoruz ama bir zaman sonra stresin de pandemisi olacak, kaygının da. Zaten böyle bir şey var Türkiye’de. Mesela eskiden bizim arkadaşlardan seans almaya kalksanız hemen randevu alabilirdiniz ama şu an neredeyse 3-4 aylık bir dolulukla çalışıyoruz. Ekibi genişletme amacındayız fakat şu an yetişemiyoruz. İnsanlar çok fazla talep içindeler. Maalesef arka planda da birçok faktör var: Ekonomik kriz, ekolojik kriz, savaşlar vs. Böyle bir durumda ben de minik birkaç şey söyleyebilirim. Öncelikle insanın, kendisine büyük resmi hatırlatması gerekiyor. Çünkü böyle zamanlarda insanlar gündeme, siyasete, günlük olaylara çok fazla odaklanıyor. İlginin tamamen burada olması da bizim maruziyetimizi arttırıyor. Hiçbir şey düzeltilemeyecekmiş gibi geliyor insana. Buradaki mevzu şu, bunu sadece biz yaşamadık, başka insanların da başına geldi. Her devrin, her insanın kendi yaşamlarının döneminde farklı dertleri var. Bunu hatırlamak, başkalarının da derdi olduğunu ve bunu çözebildiklerini hatırlamak, insana bir nebze iyi geliyor. Diğer yandan insanın arka bahçesine odaklanması lazım. Dışarıdaki büyük dünya aslında bizim kontrol edebildiğimiz bir dünya değil. Oradaki olayları görmek, devamlı haberleri izlemek; Twitter’a, Instagram’a bakmak insanlarda çaresizlik hissiyatı oluşturuyor. İnsanların gözünü, bu büyük dünyadan alıp kendi küçük dünyasına çevirmesi gerekiyor biraz. Yani insanlar aileleriyle zaman geçirmeli, kendisine zaman ayırmalı hatta televizyonu, sosyal medyayı kapatıp kendisine, sadece kendisi için bir şeyler yaptığı bir zaman dilimi yaratmalı. Elbette bu şu an pek mümkün değil. Her zaman iyi hissetmek gibi bir durumumuz söz konusu değil ama hissedilen stres ve kaygı bir hastalığa dönüşmeden en azından bu tür şeylere dikkat edebiliriz.
Kitaplarınızda ve paylaşımlarınızda kişinin kendine değer vermesinin önemine sıkça değiniyorsunuz. Değer duygusu bize tam olarak neler sağlıyor?
İnsanın standart olarak bir değersizlik hissi var zaten. Koskoca evrende tek başımızayız aslında. Dünyadaki milyarlarca insandan birisiyiz sadece ve hepimizin ömrünün bir nihayeti var. Yani ömürlüğüz bu dünyada. Bu da insanı temel olarak değersiz hissettiren şeylerden bir tanesi. Ama bu değersizlik bizim hayatımızı mahvetmiyor aslında. Eğer içine doğduğumuz aile, içinde yaşadığımız toplum bizde travmatik etkiler bırakıyorsa, değer depolarımızı doldurmuyorsa biz şöyle düşünüyoruz: İnsanların beni sevmesi mümkün değil; ben o sevgiye, değere layık değilim. Temelde böyle bir inanç oluştuğu zaman kişi, gerek okul arkadaşlarıyla gerek romantik ilişkilerinde gerekse iş arkadaşlıklarıyla kurduğu ilişkilerinde yetişkinliğe giden yolda şöyle bir algıya kapılıyor: Mesela biri sizinle bir ilişki kurduğu zaman, size dair kendi gözlemlerinin yanında sizin kendinize dair davranışlarınızla ilgili de bir fikir oluşturuyor. Siz de devamlı kendine değer vermeyen bir insanmış gibi davranırsanız, bir süre sonra karşınızdaki insanın zihninin yüzeysel ve sezgisel kısmı sizin için, demek ki değersiz diye düşünüyor. Dolayısıyla insanlar size, sizin kendinize verdiğiniz değer kadar değer vermeye ve o şekilde davranmaya başlıyor. Buradaki referans noktası her zaman yüzde yüz böyle değil. Ama herkes şunu bilmeli ki, insan kendine ne kadar değer veriyorsa diğer insanlar da o kadar değer verecek. Bundan dolayı değer önemli.
Buna bağlı olarak duygusal ve daha hassas insanların iş hayatında ya da dönem dönem özel hayatlarında da zorlandığı söylenir. Doğuştan bu özelliklere sahip insanların hayatlarını idame ettirirken dikkat etmeleri gereken şeyler nelerdir?
İş hayatında da kontrolümüz altında olmayan birçok değişken var. Hassas bir insanın en başta şunu kabullenmesi lazım; herkesin güçlü olması, umursamaz olması daha popüler bir değer değil. Oturup ben hassasım dediğiniz zaman, bu sizi biraz yorabiliyor. Kültürel anlamda da kabullenmesi kolay değil. İlk başta insanın bu yapısını kabullenmesi lazım çünkü bu bizim genetik yapımızla alakalı. Bazı insanlar dışarıdan daha çabuk etkileniyor, bazıları ise daha umursamaz. Bunu kabullendikten sonra, kendi adıma keşfettiğim şey şu, her zaman bir nefes arası bırakmak gerekiyor. William Gibson’ın söylediği bir cümle var. Diyor ki “Kendinize depresyon ya da itibar kaybı teşhisi koymadan önce etrafınızdaki insanların aşağılık insanlar olmadığından emin olun”. Yani şöyle ki biraz çevredeki insanları ve koşulları da kendimize uygun hale getirmek gerekiyor. Eğer etrafımızda hep yorucu insanlar varsa ve devamlı onlarla ilişki içindeysek, devamlı kendimizi korumak zorundaysak bu yorucu oluyor hassas insanlar için.
Hayatımız boyunca farklı yollardan geçerek ilerliyoruz. Olumlu ya da olumsuz pek çok şeyle karşılaşıyoruz. Sizce hayata bakış açımızdaki en temel kural ne olmalı?
Şair Nedim’in çok hoşuma giden bir beyiti var: “Ya tahammüldür ya sefer, anla ki aşkın çaresi.” Bence bu hayat için çok önemli bir mevzu. Biz her şeyi kontolümüz altında zannediyoruz ama karşılaştığımız seçkinliklerde arada kalıp bir tercih vermeyince ya da bir karar vermeyince o bizi daha çok yıpratıyor. Bu bir insan olabilir, bir iş olabilir. Yani burada şunu düşünüyorum, seçeneklerim neler? Sefere çıkabilir miyim, değiştirebilir miyim, buna katlanabilir miyim? Öyleyse sefere çıkarım. Bunu değiştirmek için adım atıyorum. Eğer buna katlanamıyorsam tahammül etmeyi kabulleniyorum. Diyorum ki buradayım, şu an durum bunu gerektiriyor ve bunu yapmak zorundayım. İnsanların çoğu ne cesaret ediyor ne de tahammülü kabulleniyor. Burada hem kendisini huzursuz ediyor, hem çevresini huzursuz ediyor. Bu ilişkilerde olsun, iş hayatında olsun her zaman karşımıza çıkar. Yani arafta kalan insanlar hem kendilerine hem de çevrelerine huzursuzluk veriyorlar.
Gerek dünya, gerek ülke şartları gereği dönem dönem karamsarlığa kapıldığımız oluyor. Hayata daha pozitif bakabilmek adına neler önerirsiniz?
Şunu düşünmek lazım, pozitif bakmak güzel ama bir de toksit pozitiflik diye bir şey var. Bu ikisini birbirinden ayırt etmek gerekiyor. Yani her zaman pozitif olmak, mutlu olmaya çalışmak insanda suçluluğa sebep oluyor bazen. Çünkü insan dediğimiz varlık üzülebilen, bıkabilen, sıkılabilen, hayal kırıklığına uğrayan bir yapıya sahip. Bu duyguların her biri insan için gerekli. Benim kafamda pozitiflik sisteminin şu şekilde olması gerekiyor: Şimdi bir A olayını yaşadığımız zaman, bu benim hoşuma gitmeyen bir olaysa ben üzülürüm ilk başta ya da hayal kırıklığına uğrarım, canım acır vs. Toksit pozitiflik şu, biri o ilk reaksiyonda ortaya çıkan olumsuz duyguları kabullenmeyip iyi hissetmeliyim diyerek bunu yok sayıyor. Ya ayrılmışsın ya kötü bir olay yaşamışsın ya da ciddi ekonomik sorunların var vs. Bunu görmezden gelmeye çalışmak sonrasında bize yol, su, elektrik olarak geri dönüyor faiziyle beraber. Sağlıklı pozitiflikse şu: Ben bir acı yaşıyorum, bu benim doğal reaksiyonum, bunu yaşamam normal. Sonrasında önüme seçenekler çıkıyor. Şimdi iki yol var: İlki insanların birçoğu bu olumsuz duygulara tutunuyor. Bu ilk başta çok doğal çünkü analiz etmem gerek, başıma gelen şeylerde kendi hatam varsa bunun farkına varmam gerek. Sonra o yolun ikiye ayrıldığı noktada bazıları bu duyguya yapışıyor, “neden ben bunu yaşadım, başıma bu olay gelmeseydi” diye. Diğer yol da şu: “Tamam olan oldu, şimdi elimden ne gelebilir?” Seçenekleri görüp eyleme dökmek... Aslında eylem, pozitifliğin destekçisi. Eyleme geçmek gerekiyor. Diğer türlü dünyanın en neşeli insanını bir odaya kapatın, bir ay içinde depresyona girer. Böyle bir yapımız var zaten. Kendi kendimize düşüncelerde boğulduğumuz zaman bu bize mutsuzluk, negatiflik getiriyor. Yani baktık ki artık yapabilecek bir şey yok, yola devam etmek ve pozitif eylemi hayatımıza sokmak gerekiyor.
Siz kendinizi motive etmek ya da psikolojik olarak ayakta tutmak için neler yapıyorsunuz?
Ben şu an ilk olarak aktif dinlenmeyi tercih ediyorum. Örnek veriyorum, bir gün evdeyim ve o gün işim yok. Oturup elbette tavana bakarak boş boş zaman geçirdiğim günler de var. Buna ihtiyacım varsa bunu da yaparım. Açar bir magazin programı da izlerim, beynim boşalsın tamamen diye. Ama onun haricinde gün sonunda çocuklarla, eşimle iletişime geçerken 10-15 sayfa da olsa bir kitap okurum. Bu beni çok rahatlatıyor. Mesleğimle alakası olmayan, okuduğum bir kitap vardır mutlaka ya da takip ettiğim diziler vardır mesela. Bunlar benim zihnimde kendime ayırdığım bir sakinleşme alanı. Onun haricinde bedeninizin bir harekete ihtiyacı var, bu çok önemli. Bizim işimiz hep oturmalı. Ben video çekerken de seans yaparken de yazarken de hep oturuyorum. Ama bedenin bir hareket ihtiyacı var. Örneğin ben az hareket ettiğim zaman daha mutsuz hissediyorum ve doğal olarak yürüyüşü hayatıma sokmaya gayret ediyorum. Bu sıkıntının da kaygının da çözümü, bazen bile isteye boşa zaman geçirmek, oturup öylece duvara bakmak olabiliyor. Ben kendim için biraz arka bahçeme yatırım yapıyorum, eşimle ve çocuklarımla kaliteli zaman geçirmeye çalışıyorum. Ama bu şöyle bir şeye de sebep oluyor: Kişi çalıştıkça suçluluk duyuyor, kendini es geçip tamamen çocuklara odaklanıyor. Bu da tükenmiş beyin sendromuna sebep oluyor. Sonra bir bakıyorsunuz ki anne baba tükenmiş, bu durum da çocukla olan ilişkiyi olumsuz etkiliyor. Dolayısıyla insanın önce kendini şarj etmesi, içindeki arka bahçeye yatırım yapması gerekiyor.