“Önce İnsan” Dendiğinde Aklıma Sanat Gelir - Sunay Akın

“Önce İnsan” Dendiğinde Aklıma Sanat Gelir - Sunay Akın

Yazar, şair, oyun yazarı, müze kurucusu ve televizyon programcısı Sunay Akın’la İstanbul Kadıköy’deki Oyuncak Müzesi’nde bir araya geldik.
İstanbul Oyuncak Müzesi’nin olduğu sokağa girdiğimizde müzenin kapısında bizleri, geceleri sokak lambası görevi gören gerçek boyutta üç zürafa heykeli karşılıyor. Osmanlı döneminde yaşayan ve üç dönem Eğitim Bakanlığı yapmış bir Osmanlı aydını olan Mehmet Münif Paşa’nın Erenköy’deki konağının bahçesine koyduğu zürafa heykelinden yola çıkılarak kullanılan bu heykellerin, Münif Paşa’nın bilimin ışığındaki aydınlık düşüncelerine sahip çıkılmak üzere uygarlık ve çağdaşlık adına yapılacak hamlelere esin kaynağı olması hedeflenmiş.
Müze ahşap eski bir konak restore edilerek hayata geçirilmiş. Sunay Akın’a ailesinden kalan bu köşkün kendisi bile bir tarihi eser. Bu sevimli köşkün bahçesine girdiğinizde ise kapıda nöbet tutan iki tane kocaman, ihtişamlı oyuncak asker görüyorsunuz. İçeriye girdiğiniz andan itibaren de kendinizi adeta bir masal dünyasının içinde buluyorsunuz.



Samimi ve içten bir şekilde karşılandığım müzede, Sunay Akın’la edebiyat, tarih, kültür, değerler ve Önce İnsan üzerine sımsıcak bir sohbet yaptık. Gelin sizler de bu sohbete eşlik ederek onu daha yakından tanıyın...

Sizi biraz tanıyabilir miyiz?
“Okur yazar” kelimesi, elinden hiçbir şey gelmeyen, bir konuda ustalığı olmayan insanlar için kullanılır. Ben de kendimi bu şekilde tanıtırım. Çünkü 6 yaşından beri sadece okudum ve yazdım. Başka hiçbir şey yapmadım.
“Kimdir Sunay Akın?” sorusunun yanıtı, en yalın diliyle, “Sunay Akın bir okur ve yazardır.” Okudum ve yazdım. Başka hiçbir şey yapmadım. Hala okumaya ve yazmaya devam etmek istiyorum.
Hayatımda en mutlu olduğum anlar, okuduğum ve yazdığım anlar. Bu iki eylemi aynı anda gerçekleştiriyorum. Kütüphaneme oturduğumda, masamın üzerinde okumak istediğim kitaplarım vardır. Yanında da kağıtlarım ve kalemlerim. Okurum, yazarım. Yazarım, okurum. Bu iki eylem arasında gidip gelirim.

Yoğun bir temponun içinde yazmaya nasıl vakit ayırıyorsunuz?
Yazarlık konusunda ustalaşmaya başladıkça, yazı yazmak artık beyinde gerçekleşiyor. Seyahatlerimde kitap okurken, kitapların kenarlarına notlar alırım. Bu notlar, yazacağım yazının temelini oluşturur. Yazıda nasıl bir kurgu kullanacağımı, nasıl giriş ve çıkış yapacağımı düşünürüm. Ancak bu aşamaları henüz kağıda dökmem. Ve bir de taşan damlayı beklerim. O kendiliğinden geliyor.
Beynimde tek bir yazıyı da taşımam. Birkaç farklı yazı üzerinde çalışırım. Hangi yazının daha iyi olduğunu, hangisinin daha çok içimi titrettiğini düşünürüm. Hangisi kendisini hissettirirse, hangisinin doğum sancıları başlamışsa, oturur onu yazarım.

Tek kişilik gösterilerinizin ve konuşmalarınızın hazırlık aşaması nasıl oluyor?
Sahneye çıktığımda Sunay Akın tarzında yazılmış öykülerin ve metinlerin içine konuk ediyorum seyircileri. Ben sahnede bir edebiyatçıyım. Aslında drama, tiyatro ve tek kişilik gösteriler de edebiyattır. Çünkü hikaye anlatırlar.
Ben bir edebiyatçıyım. Müjdat Gezen Tiyatro Okulu’nda edebiyat konusunda beş yıl boyunca ders verdim ve aynı zamanda öğrenci olarak tiyatro sanatını öğrendim. Okulda öğrencilik ve öğretim görevliliği yaptım, edebiyat dersleri verirken büyük ustalardan tiyatro dersleri aldım. İlk sahne deneyimim Beyoğlu’nda Muammer Karaca Tiyatrosu’nda gerçekleşti.

Sahneye çıktığınızda ilk hangi konuyu ele aldınız?
Sahnede tek bir hikâye anlatmam. Yazılarımda ve kitaplarımda olduğu gibi, birbirinden ayrı gibi görünen ama aslında bir bütünü oluşturan hikâyeleri sahnede de kurgularım. Bu, Sunay Akın tarzıdır.
Benim tarzımı sonradan taklit edenler de, etkilenenler de oldu. Ama ben, bu tarzı başlatan kişiyim. Hem edebiyatta hem de sahnede ortaya koyduğum bir dil, bir duruş var. Bu benim sanatımdır. Kitaplarımda kim isem, sahnede de oyum.

Ağırlıklı olarak araştırma ve belgesel tarzı yazılar yazıyorsunuz. Bu şekilde de okuyormuşsunuz gibi geliyor. Roman da okur musunuz ve okuduklarınızdan etkilenir misiniz?
Kitap türlerini ayırmam. Romanı herkes okur, ben de okurum. Ama kimsenin okumadığı denemeler, günlükler, mektuplar da var. Onları da okudum. Kimsenin okumadığı şeyleri bile okurum. Çocukluğumdan beri böyleyim. Okumadığım ansiklopedi yoktur. Ansiklopedi okunur mu demeyin, ben hepsini okudum.
Ben bir serüvenciyim, maceraperestim. Anlattıklarım maceraperest, serüvenci yanımdan kaynaklanıyor. Keşfetme ruhu yani. Metinlerimi, kitaplarımı, sahne oyunlarımı var eden bu ruhtur. Bir de belgeye ve bilgiye ulaşmak. Araştırıp, yazdığım her konuda pek çok belge toplarım. Bende büyük bir arşiv var. Röportaj yaptığımız binanın bir katını tamamıyla kütüphane ve arşive ayırdım. Ama yetmiyor. Hayatım boyunca topladım ben. Topladığım bütün belgeler o 200 metrekarelik dairede. Bunlar aslında bir müze. Kimsenin ulaşıp, bulamayacağı belki tek örnek olan pek çok bilgi, belge var orada. İşte bunlardan ben yola çıkarak o kitaplarımı yazıyorum ve sahnede tek kişilik oyunlarımı oynuyorum.

Müzelerinizin içeriğini ve konseptini oluştururken hangi kaynaklardan ilham alıyorsunuz?
Örneğin, İstanbul Oyuncak Müzesi’ni kurarak Türkiye’ye oyuncak müzesi konseptini tanıttım. Aynı şekilde Kartal’da Masal Müzesi, Ataşehir’de Oyun Müzesi ve Moda’da Barış Manço Müzesi’ni de hayata geçirdim.
Beşiktaş’ta bir Kedi Müzesi açarak masal, oyun, oyuncak ve çizgi romanlardaki kedileri bir araya getirdim. Yani hayal dünyasındaki kediler ilk kez aynı çatı altında buluştular. Hayvan sevgisi, böylece gelecek kuşaklara aktarılır. Eğer hayvanları sevip doğayı korumak istiyorsak, müzeler kurmalıyız. Çünkü korumacılık düşüncesi topluma müzelerin koridorlarından yayılır. Şu anda ise Kemal Sunal Müzesi üzerinde çalışıyorum. Ayrıca, çocukları iklim krizi konusunda bilgilendirmek amacıyla bir Kardan Adam Müzesi kurma çabalarımı da 10 yıldır sürdürüyorum. Müzeleri, yazılarımda olduğu gibi önce zihnimde kuruyorum. Kardan Adam Müzesi üzerindeki çalışmalarım da 10 yıldır devam ediyor. Yakın mı? Evet, yakın. Ancak ne zaman? Bilmiyorum. Çünkü, şu hissiyat içindeyim: Ulaşmak istediğim bazı bilgiler ve belgeler var, ancak bunlar nelerdir sorusuna cevap veremem. Çünkü sanatçı, duyguları ve hisleriyle hareket eder. Belge ve bilgileri topluyorum, ancak zaten beni bir tarihçi veya bilim insanından ayıran şey duygularım. Ben aslında hikayenin peşindeyim. Gittiğim yerlerde bana tarihçi diyorlar. Hayır, ben tarihçi değilim. Ben bir edebiyatçıyım. Tarihi biliyorum, tarihi kullanıyorum. Coğrafyayı, arkeolojiyi, antropolojiyi, prehistoryayı ve etimolojiyi de kullanıyorum. Ancak bütün amacım hikaye; onu dramatize etmek ve sanat eserine dönüştürmek.

Hikayeleştirilen bilgiler daha mı fazla akılda kalıcı oluyor?
Tarih denildiğinde, akla gelen en değerli bilim insanlarından biri olan Halil İnalcık Hoca da bunu sürekli vurguluyordu. Aslolan, bilgiyi hikayeleştirerek anlatmaktır. Öğretmenlerimiz zaten sınıfa girdiklerinde, kendilerini sanki bir tiyatro oyuncusu gibi görmeliler. Ve o ders konusu neyse, daha doğrusu çocuklara iletmek istediği konu neyse, onu hikayeleştirerek anlatmalılar. Bu da şunu gösteriyor: Eğitim fakültelerinde öğretmenlerimizi yetiştirirken dramayı da onlara anlatmalıyız. Hikayeleştirmeyi de öğretmeliyiz. O öğretmen sınıfa girdiğinde, çocuklar ne mutlu ki yine onu karşılarında gördükleri için sevinçle dolup taşarlar. Sınıftan çıktığında ise üzülürler, arkasından bakakalırlar, bir sonraki gelişini heyecanla beklerler. İşte bu şekilde, sanatın gücüyle bilgiyi ve duyarlılığı karşıdaki insanlara aktarmak gerekiyor. Bu nedenle müzelerin önemi büyük.

Bir kurum kendi müzesini kurmak istese bu kuruma önerileriniz neler olurdu?
Mutlaka çocuklara ve çocuk dünyasına yönelik bir müze kurmalarını önerirdim. İstanbul Oyuncak Müzesi’nden bir örnek vermek gerekirse, çocuklar buraya kendi başlarına gelmiyorlar; anne ve babalarıyla birlikte geliyorlar. Aslında aileyi eğitiyoruz. Sadece anne ve baba değil; dede, nine, teyze, dayı hepsi bir arada. Yani bu şekilde tüm topluma, kurulan müze ile aktarılmak istenen duyarlılığı çocuk üzerinden ulaştırmış oluyorsunuz.



Eğer bana “Yeni bir müze kursan ne kurarsın?” diye sorsanız, 30 yıldır üzerinde çalıştığım bir konu var. Yine bir oyuncak müzesi kurardım, ancak dünyada eşi benzeri olmayan bir tane. Çocukların oyunlarına, hayallerine ve sanatı oyuncak olarak nasıl kattığımızı düşündüğüm bir müze. Bu müze, içindeki bütün oyuncakların sanat eseri olduğu bir yer. Edebiyattan tiyatroya, müzikten sinemaya kadar, sanatın her anının tarih boyunca oyuncak dünyasında nasıl şekillendiğini gösteren bir yer. Bu konuda 30 yıla yakındır çalışıyorum ve iki sergi açtım. Ortaya inanılmaz bir şey çıktı; en eski 200 yıllık oyuncak piyanolardan Mozart’ın, Van Gogh’un oyuncak bebeklerine kadar uzanan bir koleksiyon. Bu müze ziyaretçilere, çocuklardan anne babalara, dede ninelere kadar 3 kuşağın bir arada sanatın gücüne tanıklık etmelerini sağlıyor. Bu müze, dünyada henüz böyle bir örneğin olmaması nedeniyle benim için çok önemli. Ben zaten olmayan bir şeyi düşünmenin, yapılmamış bir şeyi hayata geçirmenin peşindeyim.

“Önce İnsan” sizin için ne anlam ifade ediyor?
İnsan, çok geniş ve soyut bir kavramdır. İlk etapta, her şeyden önce içine doğru bir hikaye yerleştirmemiz gerekiyor.
‘Önce İnsan’ denildiğinde, benim aklıma sanat gelir.
NASA, uzayın derinliklerine bir uzay aracı gönderdi. Peki, neden? Orada birileri varsa, o insanı tanıtalım diye. İçine ne koyulacaktı bu aracın? İnsanı tanıtan şey neydi? Bu nedenle NASA, bu uzay aracının içine sanat eserleri koydu. Klasik müzik, tablo, görüntüler, müzikler... Biz buyuz diye. İnsanı anlatan şey sanattır.

Hem konuşmalarınızda hem de yazılarınızda kültür ve değerler üzerine duruyorsunuz. Bu bizce de çok önemli. Aslında her şeyin, bir ülkenin temelini, Cumhuriyetimizin temelini kültür ve değerlerimiz oluşturuyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” sözü büyük öneme sahiptir. Eğer temelimizi kültür olarak belirlersek, doğru eğitim, sağlık, çevre ve ekonomi politikalarını üretebiliriz. Kültür, toplumun temelidir ve doğru bir temel olmadan sağlık, eğitim, çevre, ekonomi gibi konularda ilerleme mümkün değildir. Temelini kültür yapmayan bir toplumda sağlık da, eğitim de, çevre de, ekonomi de ve diğer konular da hep dibe doğru gider. Çünkü temeli yanlış.
Deprem örneğiyle açıklarsak, binanın sağlam olabilmesi için temelinin doğru yerde ve doğru şekilde atılması gerekir. Aynı şekilde, bir ülkenin ekonomisi de kültüre dayanmalıdır. Örneğin, Bayrak Kanunu’nun ilk maddesindeki hilal ve yıldızın Ankara’nın tiftik keçisinden üretilen kumaşa konulması kültürün sembolik ve simgesel değerlerini içerir. Kültür, coğrafya ve tarihle şekillenir. Örneğin, Ankara’nın tiftik keçisi kendi başına yetişmez, doğru bitkilerle beslenmelidir. Sonra onu kesip biçecek olan eller lazım ve onu dokuyacak fabrika. İşte size ekonomi. Ekonomiyi var eden de kültürdür.
Sonuç olarak, ekonominin temeli kültürdür ve bu temel, doğru şekilde oluşturulmalıdır. Maalesef, ülkemizde kültür temeli eksik olduğu için ekonomik sorunlarla karşılaşıyoruz. Kültür, toplumun çemberini doğru çizebilmek için gereklidir ve bu anlamda eksiklik yaşanıyor.

Değerlerle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Bilgi rehberliğinde ilerlediğinizde, değerleriniz oluşur. Değerler, izlediğiniz yoldaki rehberinizdir ve kendini sürekli geliştirir. Burada durağanlık söz konusu değil; değerler, tabu olmayan, akıl yolunda ilerleyen bireyin geliştirdiği bir kavramdır. Bu nedenle, temeli kültür olarak belirlerseniz, aslında yapıyı bilginin ışığında inşa edersiniz. Bu durumda, değerlerinizi yaşatırsınız.
Değerleri yaşatmak, geçmişteki bazı şeyleri kutsamak değildir; bu, tabu ve dogma anlamına gelir. Hayır, değer farklı bir kavramdır. İnsan kendini geliştirdikçe, bilginin yolunda her zaman yeniye açık olduğunda değerlerini oluşturur. Zaten yeniyi var eden şey, o değerlerin gelişimidir.

Yeşim Grup olarak kadınların toplumda ekonomik güçlenmesini önemsiyoruz. Kadın çalışanlarımız rahatlıkla işlerine devam edebilsin diye bütün lokasyonlarımızda kreşler açıyoruz. Oyuncak Müzenizde, farklı ülkelerin kadın ve kız çocuklarının yaşamlarını bize gösteren oyuncaklar var mı? Oyuncak Müzesi’nin başarısında kadınların rolü nedir?
Oyuncak, bir uygarlığın tarihini yansıtan bir tanıktır; üretildiği dönemin izlerini taşır. Kadının toplumsal varoluş sürecini anlamak adına oyuncaklara bakıldığında, özellikle Barbie bebekleri görüyoruz. Barbie bebeklere çok fazla eleştiriler oldu. Ancak, Barbie bebek öncesinde ekonomik bağımsızlığını kazanmış, çeşitli meslekleri icra eden kadın figürleri oyuncaklarda oldukça nadirdi. Barbie, 1950’lerden sonra, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kadının farklı rollerini temsil eden bir oyuncak olarak ortaya çıktı.
Oyuncaklar, çocukların dünyasına dair büyüklerin düşünce yapısını yansıtır. Bu yüzden oyuncaklar toplumsal, cinsiyet ve hatta ırk ayrımcılığının yansımalarını gösterir. Örneğin, 1900’lerin başında Amerika’da üretilen kara tenli oyuncaklar, o dönemdeki ırkçı algıları yansıtmaktadır toplumdaki değerleri ve ayrımcılıkları da içinde barındırır.
İstanbul Oyuncak Müzesi ise kadın başarısının somut bir örneğidir. Müze, kadın yöneticiler ve çalışanlar tarafından başarılı ve dengeli bir şekilde yönetiliyor. Ben, müzeyi kurdum o kadar. Ancak, müze kuruluşundan bu yana geçen 18 yıldır başarılı bir şekilde ayakta kaldıysa bu kadınların başarısıdır. Kadınlarımız sayesinde müzemiz Cumhuriyetimizin 100. yılında Avrupa’nın önemli müzelerinden biri olan Nürnberg Oyuncak Müzesi’ne taşınma başarısını göstermiştir.

Bu güzel sohbet için teşekkür ederiz.